Tasavvufi Hayat ve Allah Dostlarından Örnekler

Gelecek Önünüzde Keşfedilmeye Hazır
Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerini bilirsiniz. İşte onun da başından böyle bir olay geçiyor...

Dünyada bir memleketin İslam ile tanışmasına bakacak olursak bunun en kısa ve en tesirli yolunun tasavvuf ve tarikatlar ile olduğunu görüyoruz. Misal Horasan Erenleri Anadolu’nun Müslüman olmasını sağlamıştır. Bunu gerçek tarih yazan kimseler inkâr edemezler. Tarikatın Budizm, Hinduizm, Brahmanizm ile alakası yoktur. Hangi akla nispetle kıyaslanıyor hiç anlamış değilim.

Ahmet Yesevi, Yesevilik Tarikatının kurucusudur, İslâm’a çok bağlı olan bir kişi. Onun için öyle anlatırlar; 63 yaşından sonra Sünnet-i Seniyye’ye aykırı hareket etmeyeyim diye Peygamberimizin yaşadığı 63 seneyi baz alarak yerin altında bir mekân yaptırmış. 63 yaşından sonra kalan ömrünü yerin altında geçirmiş. Yani 63 seneden sonra yaşadığı anlaşılmamış. “Ömrüm de Peygamberime uysun” diye bu şekilde yaşamış. Bunu her baba yiğit yapamaz. Dolayısıyla Ahmet Yesevi bu anlayışı sayesinde Hakk’a yakın olmuş, Allah’a dost olmuş. Bunun gibi Allah dostlarının duaları kabul, yüzleri ak olmuş. Sultanların hep önünde yol göstermişler. Manevi halleri ile savaşlara katılmışlar. Örnekleri zaman zaman sizinle paylaşırım. Ancak bir husus var anlaşılmamasına sebep olan, işte bunu bazı insanlar kabul etmiyorlar. Onun için de yanlış yorum yapıyorlar. Tasavvuf ilmi bir hâl ilmidir, kâl ilmi değildir. Yani yaşanan bir ilimdir. Sözle anlatılmaz, anlatırsanız yüzeysel olur. Misal, şurada oturuyoruz. Sohbet ediyoruz. Sohbet esnasında Ladikli Ahmed Ağa kalkıyor, ben çağırılıyorum deyip camı açıyor. Pencereden çıkış var ama ondan sonra buharlaşmış, gitmiş. Bunu görenler anlatıyor. Olmayacak bir şey de değildir. Ama akıl bunu kavramakta zorlanıyor. Sabah olunca üstü başı kan içinde geliyor. Öyle ya bir aile efradı var. Ne oldu, birini mi öldürdü! diye merak ediyorlar. Diyor ki, “İşte filanca savaştaydık…” İster inan, ister inanma!

Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerini bilirsiniz. İşte onun da başından böyle bir olay geçiyor. Her türlü ilmî liyâkat ve makama sahip olan Hüdâyî Hazretleri, o zamanlar Bursa kadılığı vazifesini yürütüyordu. Bir gün karşısına o güne kadar hiç rastlamadığı türden pek farklı bir dava çıktı. İki gözünden sel gibi yaşlar akıtan bir kadıncağız, kocasından şikâyetle mahkemeye müracaat etmişti. Kendisini dinleyen Kadı Mahmud’a şunları söyledi:

– Kadı Efendi! Kocam her sene hacca gitmeye niyet eder, fakat bir türlü fakirlikten dolayı gidemez. Bu sene de hacca gideceğim diye tutturdu. Hatta “Eğer bu sene hacca gidemezsem seni boşayacağım!” dedi. Daha sonra kurban bayramına yakın ortalıktan kayboluverdi. Beş altı gün sonra da ortaya çıkıp hacca gidip geldiğini söyledi. Hiç böyle bir şey olur mu? Kadı Efendi! Artık bu yalancı adamdan boşanmak istiyorum!

Kadı Mahmud Efendi, yapılan şikâyetin tahkîki için kadının kocasını çağırttı ve ona hanımının söylediklerinin doğru olup olmadığını sordu. Adam cevaben:

– Kadı Efendi! Hanımımın söyledikleri de doğrudur, benim söylediklerim de. Bilesiniz ki ben gerçekten hacca gidip gelmiş bulunmaktayım. Hatta o mübarek beldelerde bazı Bursalı hacılarla da görüştüm ve kendilerine getirmeleri için birtakım hediyeler emanet ettim, dedi.

Kadı Mahmud Efendi şaşırdı:

– Bu nasıl olur Efendi! diye sordu. Adamcağız da anlatmaya başladı:

– Efendim, her sene olduğu gibi bu sene de hacca gidemeyince, büyük bir üzüntüyle Eskici Mehmed Dede’ye gittim. O da, benim elimi tutarak gözümü yummamı istedi. Gözümü açtığımda ise Kâbe’deydim.

Böyle bir hâdiseye ilk defa şahit olan Kadı Efendi, bunun mümkün olamayacağını söyleyerek adamın ifadelerini kabul etmedi. Bunun üzerine hala mukaddes topraklardaki rûhâniyet ve mâneviyat ikliminin taze hissiyatı içinde olan adamcağız, saf, fakat mânidar bir cevapla haykırdı:

– Kadı Efendi! Allah Teâlâ’nın düşmanı olan şeytan bir anda bütün dünyayı dolaşıyor da, Allah dostu olan has bir kul, niçin bir anda Kâbe’ye gidemesin? dedi.

İşte büyük adamlar, büyük laflar. Bu durumu fiziki kanunlarla izah etmeye kalksanız çok yorulursunuz. Kadı Mahmud Efendi de, bu cevabı gayet mânidar bularak kararı Bursalı hacıların dönüşüne tehir etti. Bursalı hacılar döndüğünde de yaptığı tahkîkat neticesinde meseleyi olduğu gibi öğrendi ve büyük bir hayret ve şaşkınlık içerisinde davayı iptal etmek zorunda kaldı. Fakat yüreğine muammâlı bir kor düşmüş, zihni karmakarışık olmuştu. Ruh ve irâde çağlayanı, sarhoş bir halde akmaya başladı. Ne yapacağını düşünürken gönlüne damlayan bir ilhamla derhâl Eskici Mehmed Dede’ye koştu. Hakîkat ve esrâr deryâsına dalabilmek için ona intisâb etmek istedi. Ancak Eskici Dede:

– Kadı Efendi! Nasibiniz benden değil, zamanın mürşid-i kâmili Muhammed Üftâde Hazretleri’ndendir, dedi.

Bu defa Kadı Mahmud, aynı niyet ve sâikle Üftâde Hazretleri’nin dergâhına yöneldi. Fakat hikmet-i ilâhî olarak dergâha yaklaştığında atının ayakları toprağa saplandı. O da, atından indi ve yürüyerek dergâha vardı. Pîr’in önünde el bağlayıp onun talebesi olmak istedi. Talebeliğe kabul edilen Kadı Mahmud kadılık makamını terk etti.

Üftâde Hazretlerinin talebesi olan Kadı Mahmûd, bir kış günü biraz gecikerek kalkmıştı. Bu sebeple hocasının suyunu ısıtmaya vakit bulamadı. Büyük bir üzüntüye gark oldu ve gözlerinden yaşlar damladı. Gayr-i irâdî bir şekilde su testisini göğsünün üzerine bastırarak “Allah” lâfzını söylemekten başka bir şey yapamadı. O esnada hocası kapıda göründü. Kendisinden abdest suyunu getirip dökmesini istedi. O da çaresiz ve irâdesiz bir şekilde bu emre baş kesti ve büyük bir endişe içinde suyu hocasının ellerine dökmeye başladı. Su, mübarek ellerine değer değmez Üftâde Hazretleri, yavaşça başını kaldırdı ve talebesinin kaygılı haline nazar ederek tebessümle:

– Su biraz fazla ısınmış evlâdım, dedi. Buna pek şaşıran Kadı Mahmud Efendi, hafif bir sesle:

– Nasıl olur efendim? Suyu ısıtmamıştım ki! dedi. Üftâde Hazretleri de:

– Evlâdım! Farkında değilsin; bu su, odun ateşiyle değil, gönül ateşiyle ısınmış, cevabını verdi.

İşte gel zaman git zaman mürşidi ona ne diyor? “Bu mekân artık ikimize dar, sana İstanbul yolu gözüktü.” Daha sonra İstanbul’a geliyor. O zamanlarda Üsküdar’da seksen tane tekke mevcuttu. 30 Kasım 1925 tarihinde tekke ve zaviyeler kapatıldığında ise bütün İstanbul’da toplam 343 tane tekke vardı. Bu tarihi vesikalar ile sabittir. Bu kadar lüzumsuz ise Osmanlı ulemâsında hiç akıl yok muydu da bu kadar tekke açmışlar? İnsanlar bunu hiç düşünmüyorlar. Lüzumsuz olsaydı yapmazdı. Ama bugün bir tek Aziz Mahmud Hüdayi tekkesi kalmış değil. O günkü İstanbul’u anlatanlar diyorlar ki her taraftan ulemâ fışkırırdı. Her ne kadar içerisinde gayr-i müslimler, Rumlar, Hıristiyanlar olsa dahi. Hidayet nasip olmayınca olmuyor. Bugün bildiğimiz bilmediğimiz sayısız Allah dostları, Mevlanalar, Yunus Emreler nereden yetişti? Böyle gökten zembille inmedi! Dergâhlarda yetişti.

Abdullah Demircioğlu Hocamızla, 07/10/2017 tarihli "Hadislerle İnsanlığa Sesleniş" dersinden alıntılanmıştır...

MAKALE