22 Temmuz, 2010 - İzlenme: 4899
Eskiden “anâsır-ı erbea” derlerdi. Bugünkü dil ile dört unsur olarak aktarabileceğimiz toprak, ateş, hava ve su. Bugün dünya, bu dört unsurun tehdidi altındadır.
Bize, yani Kur’ân ve hadis ölçülerine göre bu olayların mecmûu, taraf-ı İlâhî’den bütün insanlığa bir ikazdır. Azgınlaşan ve her türlü günahı alenen işleyenlere ve bunlara seyirci kalan müslümanlara da bir uyarıdır. Hani nerde sizin elleriniz, hani nerde sizin dilleriniz, hani nerde sizin kalpleriniz? Bunlar toptan mı öldüler ki hâlen sessiz kalıyorsunuz? Bunları yapamıyorsunuz, buğzedecek bir kalbinizde mi yok? Dünya gemisi deliniyor, hâlâ duymadınız mı, görmüyor musunuz, işitmiyor musunuz?
Müslümanlar birbirleriyle uğraşıyorlar. Bir siyasi birliktelikleri yok. Müslüman gençlerimiz para karşılığında hıristiyanlaştırılıyorlar, kimsenin umurunda değil. ‘Eh Avrupa Birliğine gireceğiz, bu kadar da olmalı’ diyorlar. Tamam, İslâm kimseleri zorla, tehditle veya kılıç kuvvetiyle inanmaya zorlamaz. Bunu, tarihte Müslüman devletler icraatlarıyla göstermişlerdir. Yıllardan beri ilim ve irfan yuvaları olan İmam Hatip Mektepleri kapatılmış, Kur’ân kursları susturulmuştur. Eğer Avrupa Birliği meselesi ise, nerede eşitlik anlayışı!
Efendim, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde Müslüman ülkelerden gelip çalışanlar orada camiler açıyorlar, dinî vecibelerini serbestçe yapıyorlar vesaire, vesaire…
Unutulmamalı ki, küfür tek millettir. Bu yazı kaleme alındığından bir iki gün önce Hollandalı bir yetkilinin hezeyanlarına şahit olduk. Kur’ân-ı Kerim sattırılmamalı, alım- satımı yasaklanmalı, onu kimse okumamalı imiş. Neden? Güya onu okuyanlar anarşist oluyormuş, zararlı oluyormuş, falan filan. Düşünüyor musun ey inançlı kardeşim, elin gavuru ne diyor? Tabi onlar kendi inançları doğrultusunda bunu yapıyorlar ve söylüyorlar. Ya bizdekiler! Asırlardan beri bitmez tükenmez din düşmanlığı, Kur’ân’a cephe alış, İslâm’a saldırmalar, müslümanları ezip yeryüzünden silme süpürme hareketleri…
İlâhî, Senin nurun üflemekle söner mi?
Kangren olmuş yaraya ilaç sürmek hüner mi?
Kimse boşuna uğraşmasın. Kur’ân eskimeyen yeni olarak, kıyamete kadar kalacaktır. Bunu Mevlâmız, Kelâm-ı Kadîm’inde on tekit ile haber veriyor. Şefaatine muhtaç olduğumuz ve bunu ümit ettiğimiz Peygamberimiz ifade buyuruyor. O, Allah’ın yerden göğe uzanan kopmaz ipidir… O’na düşman olanların Rabbu’l-Âlemîn belini kırar.
Gelin ey İslâm çizgisinden, onun doğru yolundan çıkıp sapanlar! Tövbe edin, dini mübîn-i İslâm’a girin. Yaptığınız İslâm dışı her davranışınız, her adımınız müthiş bir azap, kıyamette dayanılmaz sıkıntı ve çile olacak, unutmayınız. Saldırganlık, size hiçbir şey kazandırmaz. Haklı olmak ve batılda başarılı olmak çoklukta değildir. Dünya üzerinde insanlara bakınız. Küfre nasıl koşuyorlar. Beş altı milyarlık dünya nüfusunun ancak iki milyarı müslümandır. O da şu an itibariyledir. Ya daha önce, iki yüz, üç yüz sene önce durum nasıldı düşünüyor musunuz? Veya ilk insandan beri nasıl gelişmeler olmuştur? Şeytan insanlara yaptıracağı işleri süsleyip-püsleyip, allayıp-pullayıp sunuyor. İnsanları aldatıyor, onları saptırıyor. Atasözümüzde ‘zehri, teneke kupa içerisinde sunmazlar’ denilmiştir. İşin dünyaya bakan kapısı bu. Ya âhiret… Orası nasıl diye sormalıyız. Cennete girecek insanların bir deve üzerindeki tüylerin sadece küçük bir noktası kadar olacağı haber veriliyor. Ve o müthiş azap merkezi kükrüyor, korkunç bir şekilde haykırıyor;
“Hel min mezîd / Daha yok mu, daha yok mu?”1 diyor.
İfade buyruluyor; cehennem, âhiret senesi itibarıyla kâfirler için hazırlanmak üzere bin sene yakıldı. Ateşi kızıl bir ateş haline dönüştü. Tekrar bin sene daha yakıldı akkor halini aldı. Bundan sonra bin sene daha yakıldı, simsiyah katran halinde bir alev deryasına dönüştürülmüş oldu.
Bunlar tüylerimizi ürpertmiyor, beynimizde düşünce ve fikirlerimizi dondurmuyor mu? Ne demek, âhiret yılı itibariyle üç bin sene yakıla yakıla kâfirler, münafıklar için hazırlanmış bir cehennem? Oradan çıkış ve kurtuluş yok. Mevlâ buyuruyor:
“Lâbisîne fîhâ ahkâbâ / Orada asırlar boyu kalıcıdırlar.”2
Âhiret senesi, dünya seneleri gibi de değil. Dünyadaki elli bin sene, âhiretin sadece bir günüdür unutmayalım. Aman Allah’ım, ne korkunç durum! Cenâb-ı Allah bizleri muhafaza buyursun ve bizlere hidayet verdikten sonra delalete düşürmesin. Vaadinde hulf etmeyen, gücü her şeye yeten Rabbimiz buyuruyor:
“Lâ yezûkûne fîhâ berden ve lâ şarâbâ / Orada asla ne bir serinlik ve ne de içecek bir şey tatmayacaklardır.”3
Muhtelif diğer ayetlerde; onlar susadıkları zaman kendilerine, yine cehennemlik olan arkadaşlarının, yanmaktan dolayı kan ve irin haline dönüşmüş cesetlerinden geriye kalmış artıkları verilir ve onlara ‘haydi için’ denilir. Zakkum ağacının usaresi, sıkılmış suyu kendilerine içirilir.4 Zakkum ağacı neymiş? Dünyadaki zakkum ağacına benzemez. Sadece isim benzerliği vardır. Buyrulmuş ki; cehennemliklere içirilecek olan zakkum ağacının suyundan sadece bir damla dünya denizlerinden veya okyanuslarından birine damlatılacak olsa, dünyanın tadı bozulur, meyveler acı mı acı, sular zehir mi zehir, sebzeler meyveler, gıda olarak arpa, buğday ne varsa topyekûn ağza alınmayacak derecede acılaşırdı. İşte bu… Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.
Gelelim anâsır-ı erbeadan suya, kuraklığın artmasına, yağmurun yağmayışına. İki ayetle ve bir hadisle konuya girmek istiyorum. Hadisten başlayayım. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s):
“Beş şey, beş şeyin karşılığıdır: Bir topluluk verdiği sözden dönerse, düşmanları başlarına musallat olur. Dinin emrine uyulmazsa, fakirlik yaygınlaşır. Fuhuş yaygınlaşırsa, ölümler çoğalır. Ölçü ve tartıda hile yapılırsa, bereketsizlik olur. Zekât verilmezse, yağmurlar kesilir”5 buyurur.
Bu afetlerin biri de susuzluk ve kuraklıktır. Şunu unutmamak lazımdır ki kul azmayınca Mevlâ afet ve bela indirmez. O (c.c) buyuruyor ki:
“Eğer bir köy (karye) ahalisi, iman eder de sâlih işler yaparlarsa, biz onların üzerlerine yerlerin ve göklerin rahmet kapılarını açarız.”6
Yani bunu şöyle de anlayabiliriz. Bir köy ahalisi imansız ve amelsiz olurlarsa, onların üzerlerine göklerin ve yerlerin rahmet ve bereket kapıları kapatılır.
Cenâb-ı Allah, İslâm’a karşı tavır koyan Mekkeli müşriklere ve kâfirlere, Mülk Sûresi’nin son ayetlerinde:
“De ki; Allah, beni ve benimle beraber bulunanları isterse yok eder veya isterse merhamet eder. Söyleyin bu takdirde inkârcıları can yakıcı azaptan kim alıkoyabilir? De ki; suyunuz yere batarsa… Söyleyin, size kim temiz bir su kaynağı getirebilir?”7
Suyun önemli olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Susuz hayat düşünülemez. Biz canlıları o şekilde halk etmiştir. Yapılan deneylere göre bir insan yaklaşık iki ay kadar yemek yemeden durabildiği halde, susuz olarak yaşaması ancak bir iki gündür. Asla susuzluğa tahammül edemez ve ölür gider. Vücudumuzun yüzde yetmişi sudur. Dünyamız denizlerle çevrilidir. Yani dünyamızın da üçte ikisi sudur. Kısacası her canlı suya muhtaçtır. Ama her canlının susuzluğa tahammül oranı farklı farklıdır. Suyun iki hidrojen ve bir oksijen atomundan meydana geldiği bilinmesine rağmen insanoğlu onu yoktan var edemez. Bu husus, sadece ve sadece Cenâb-ı Allah’a mahsustur. Biz insanlar her şeyi külfetsizce elde edip istifade ettiğimiz için bu nimetlerin farkında olamıyoruz. Tabii ihtiyaçlarımızdan nefes alışımıza kadar her şey sıhhatli bir beden içinde pek fark edilmiyor. Ne zaman bunlarda bir aksaklık olsa, o zaman kendimize geliyoruz. Bunları bahşeden, emanet olarak veren bir kudret var. O da ezelî ve ebedî olan Cenâb-ı Allah’tır. O Allah, insanlar dünyada neye çok fazla muhtaç iseler onu bol bol tabiata bahşetmiştir. Mesela, hava ve su bunlardan birkaçıdır. Altın, demirden daha pahalıdır. Ama insanların demire ihtiyacı altından daha fazladır. Bir an demirin olmadığını düşünün, binaların yapımından silahlara varıncaya kadar her şey durur ve ilerleme olmazdı.
Dört unsurdan olan su, dünyada boldur. Bütün canlılara yetecek kadardır. Suyu kullanamama, israf etme, inkâr ve isyan; kaynakların kurumasına, toprağın derinliklerine doğru çekilip gitmesine sebep olmuştur. Dünkü cahiliye Arabına bu sorulunca:
“Sizin boğazlarınızdan aşağıya kayarak giden tatlı suyunuz yerin dibine geçer ve kaybolursa onu kim geri getirecektir?” Onlar cevap verdiler.
“Biz o suyu baltalarla, kazmalarla geri getiririz.” Ama hızları yarıda kaldı, omuzları düştü kolları yoruldu, her biri bir tarafa düşüp kaldılar.
Bu soruya mü’minin cevabı:
“Kaybolan suyu bize tekrar iade edecek olan Allah’tır. Bunu, iman ve güzel ameller de çabuklaştıracaktır.”
Şayet öyle değilse, bu susuzluklar ve şikâyetler niye, yağmur dualarına çıkışlar niçindir?
Yoksa cahiliye devri inkârcıları, rollerini bunlara mı devrettiler?
***
1. Kâf, 30
2. Nebe, 23.
3. Nebe, 24.
4. Bkz. Sâffât, 62-67.
5. Taberânî’den.
6. A‘râf, 96.
7. Mülk 28-30.
05 Mayıs, 2009
30 Mart, 2021
12 Ekim, 2010
16 Aralık, 2023
06 Ekim, 2011
31 Mayıs, 2013
05 Mayıs, 2019
26 Şubat, 2011