Zikrullahın Feyz ve Bereketleri

Gelecek Önünüzde Keşfedilmeye Hazır
Ben, Rabbimin şükredici kulu olmayayım mı?

Yaratıkların en üstünü, Rabbü’l-Âlemî’nin medh u senâsına lâyık insan şüphesiz ki âhir zaman Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’dır.
وماارسلناك الارحمة للعالمين
“Biz, seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 21/107)
O’nun indallâh ne büyük bir makamı ihraz ettiğini ve Makâm-ı Mahmûd’un tek sahibi olduğunu âyet ortaya koyuyor. O’nun yüce şahsiyetine sadece bunlar değil daha başka âyet ve hadisler de şahadet etmektedir. Kendisinin iki defa kalbi, ilâhî emir gereği yıkanmış, temizlenmiş ve nur ile doldurulmuştur. Göğsünün yarılma olayı da ayrıcalığı olan bir lütuftur, Allah’ın bir ikramıdır. Bunun gibi, özel koruma altında bulundurulması, ağaçların kendisine selâm vermesi, çocukluğunda O’nu bulutların gölgelemesi… anlayan için ne muazzam bir olay ve O’nun, Allah katında ne kadar ulvî bir yeri olduğunu ortaya koymaktadır.
Burada Mi‘râc olayındaki mucizevî hâdiseler, Burak, Kudüsü Şerîf’e gidiş, orada bütün peygamberlere, Cebrail de dâhil olmak üzere imam oluş, yedi kat göklere çıkışı, oradaki olan hâdisât, Cenâb-ı Allah ile konuşması, O’na (قاب قـوسـيـن أو ادنى Necm, 53/8-9) yakın olması, cennet-cehennemin kendisine gösterilmesi ve bunların akabinde tekrar dönüşü o Peygamberin kadr u kıymetini göstermektedir.
Böyle olmasına rağmen asla kulluktan geri kalmamış, emrolunduğu şekilde dosdoğru olmuş (Hûd, 11/112), ayaklarına kara sular ininceye kadar da namaz kılmıştır. Günlük tevbesini, zikr u tesbihâtını asla ihmal etmemiştir. Hz. Âişe annemizin ifade buyurdukları gibi,
“Her zaman Cenâb-ı Allah’ı zikreder olmuştur.” (Buhârî, Hayz/7, Ezan/19; Müslim, Hayz/30; Tirmizî, Tahâre/11; İbn Mâce, Tahâre/11; İbn Hanbel, VI, 70, 103-178; Sünen-i Ebu Dâvûd Terceme ve Şerhi, 1/40)
Kendisine ikram olunan nimetlere şükür ve hamd etmiştir. Bu hususta sahâbîleri teşvik etmiş, kul olarak dünyanın imtihan, âhiretin de mükâfat ve mücâzat yeri olduğunu apaçık ortaya koymuştur.
Cenâb-ı Allah, O’nun geçmiş-gelecek günâhlarını affetmiş olduğu halde (Fetih, 48/1-2) ve O’nun yüksek ahlâk üzere (Kalem, 68/4) olduğunu bildirmiş olduğu halde kulluğuna kulluk, ibadetine ibadet, namazlarına namaz katarak O’nun rızasını aramıştır. Bu hususta O’nun mübarek ağızlarından bir dua, bir âcizlik ve teslimiyet ifadesi olarak dökülen:
لااحصى ثـناء عـليك انت كـما اثـنـيـت عـليك
“Ben, Seni övmeye kâdir değilim, Sen kendini övdüğün gibisin.” (Müslim, Salât/222; Ebû Dâvûd, Salât/148) buyurmuş ve her hususta örnek olduğu gibi bunda da ümmetine örnek olup yol göstermiştir.
Şurası muhakkaktır ki, yollarını şaşırmış insanlara zaman zaman gönderilmiş Hakk elçilerinin işleri o kadar da kolay değildi. İçlerinde dövülenler, öldürülenler, kendileriyle alay edilenler, yerlerinden yurtlarından edilenler, kendilerinden akla hayale gelmeyecek şekilde istek ve arzuda bulunulanlar olmuştur. Çünkü böyle oluş bir nevi onların kaderleriydi.
“Belânın en şiddetlileri onlara gelmiştir. Sonra da derece derece başkalarına geliyordu.” (Tirmizî, Zühd/57; İbn Mâce, Fiten/23)
Bunları çoğaltmak mümkündür. O halde her mü’mine düşen, dünyasını ihmal etmemek olduğu gibi âhiretini de dünyada iken kazanmaktır. Nasibini dünyadan unutmayacaksın. (Kasas, 28/77)
İşte bu durum biraz daha ince, sâliklerin, müridlerin kısacası İslâm’ın da içinde olan sûfî meşreb yoldur.
Cenâb-ı Allah kimseye takat getiremeyeceği yükü yüklememiştir. Peygamber için bile, “Kur’ân’ı biz sana zahmet, meşakkat çekesin diye indirmedik!” (Tâhâ, 20/1) buyrulmuştur. Böyle iken, ibadet eden zevcine Hz. Âişe kıyamayarak,
“Niçin kendini bu kadar zorluyorsun?” deyince:
“ افلا ان اكون عبدا شكورا  / Ben, Rabbimin şükredici kulu olmayayım mı?” (Buhârî, Teheccüd/6; Müslim, Kitâbü Sıfati’l-Müsâfirîne ve Kasrihim/18) diyerek cevap vermiştir.
Hâlbuki O’nun konumu apaçık ortada idi. Resûldü, günahları affedilmişti, cennet ayakları altına serilmişti. Fakat O, ibadetten dolayı ayakları patlamış, dizlerine kara kara sular inmiş bir vaziyette idi.
O halde bir onlara bir de bizlere bakalım, ne haldeyiz görelim. Onları örnek alalım ve yolumuza devam edelim. Çünkü hilkatimizden gaye budur. Hiçbir kimsenin O’nun koyduğu esaslara itiraz etme salahiyeti ve yetkisi de yoktur. Cenâb-ı Allah; “Cinleri ve insanları ancak kendisine ibadet etsinler diye” (Zâriyât, 51/56) yaratmıştır.
Burada şunu tekrar tekrar hatırlatmakta fayda vardır ki, hem müslüman dinî ve amelî akidelerini mutlaka öğrenmelidir. Bunun için yetkili bir din âliminden veya ilmihal, akâid veya fıkıh kitaplarından istifade etmelidir. Böylece seyr u sülûk yolu kendisine daha da uygun ve kolay hale gelecek, zikir ve tesbihâtının mânâ ve ehemmiyetini kavrayacaktır. Bu hususta daha iyi şuurlanacaktır.
Dünya işleri ve âhiret ameli ölçülü bir şekilde yürütülürken, bağlısı bulunduğu kapıya ayrı bir itina göstermelidir. Öğreticisinden aldığı emaneti, ona verdiği sözü gerektiği gibi yerine getirmelidir. Bilmelidir ki o söz, meşâyihten meşâyihe, oradan Resûlü Kibriyâ’ya kadar uzanır.
“ يد الله فوق ايديهم  / Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir.” (Fetih, 48/10)
Bu yolda meşakkat var, çile vardır. Bunlara katlanmak ve asla sızlanmamak da esastır. Çünkü belâlar, musibetler derece derece, kademe kademe gelir. Geçmiş ve yakın tarih bunların örnekleriyle doludur. Kıyâmete kadar da bu böyle devam edecektir. Tarihe baktığımız zaman gerçek sûfîlerin, zikir erbâbının dine çok iyi hizmetler ettiklerini görürüz.
“Bir lokma, bir hırka” anlayışı sûfîliğin prensipleri içine sığmaz. Bu söz, öte âlem için daha fazla hazırlıklı olun, anlamındadır. Yoksa aile efradını ihtiyaç içinde bırak, çalışma, başkalarına muhtaç olarak el aç, dilen anlamında değildir. Bunlar dinin de emirlerine muhalif olan durumlardır.
Âhiret yurdu ebedîdir. Sâlik, bu âlemde yüksek makamlara güvenle, azimle, sabır ve tevekkülle çalışan bahtiyar kimsedir. İhlâslı, itikadı düzgün, ameli uygundur. Gösterişten, sahtekârlıktan uzaktır.
Özellikle burada şunu da önemle hatırlatmak icap eder ki, maalesef bu mübarek yol kirletilmiş bozulmuş ve sahtekârlar türemiştir. Korsan meşâyihler mevcuttur. Bu sebeple, gerçek bir mürşid-i kâmil bulmak, onun taht-ı terbiyesine “gassal elindeki meyyit gibi” teslim olmak ve seyr-i sülûkünü ikmal etmek akıllıca bir iştir.
الـكـيّـس من دان نفسه وعمل لما بعد الموت
“Akıllı olan, nefsini hesaba çekip ölümden sonrası için iyi amel yapandır.” (Tirmizî, Kıyâmet/26; İbn Mâce, Zühd, 31)
Bu yolla nefsini tezkiye ve terbiye etmek, verilen evrâd ve ezkâra devam etmektir. Zâhir ilminin nasıl öğreticileri, üstatları, âlimleri varsa, bâtın ilminin de yetiştiricileri vardır. Bu noktada mutlaka bir mürşide bağlı olmanın şart olmadığını söylemek doğru değildir. Asr-ı Saâdet’ten itibaren birçok sûfîler, mürşidler, sâliklerine yol gösterip hocalık etmişler, nefsin tezkiyesi hususunda tavsiyelerde bulunmuşlardır. Nefsin makamları, evrâdiyeler, zikir ve tesbihlerin hepsi tasavvufî ıstılâhlardan sayılmıştır.
Bir de, “Allah ile kul arasına kimse giremez” sözü vardır. Kanaatimce bu da yanış anlaşılmış ve başkalarına da yanlış anlatılmıştır.
Şöyle ki; her şeyde bir vesile, yani sebep ve çare aranır. Boyumuzdan yüksek bir ağaçtan meyveyi alıp yememiz zordur. Bazen de mümkün değildir. Bize o meyveyi uzanıp yediren bir merdiven, vesileden başka bir şey değildir.
Duada vesileye sarılır, Allah katında iyi şahsiyetlerle dua ederiz. Resûlullâh’ı vesile kılarız ki dualarımız kabul olunsun. Bunun dine muhalif bir yönü yoktur. Şirk de addolunamaz. Kur’ân’da ve Sünnet’te bunun delilleri vardır.
Geçmiş milletler, azılı düşmanlarla savaşmak durumunda kalıp sıkıştıklarında:
“Âhir zamanda göndereceğin peygamber hürmetine bize yardım et!” (Bakara, 2/89; Kurtubî, II, 27; el-Vâhidî, Esbâbü'n-Nüzûl, s.31) diye dua edip, muzaffer olanlardan tutun da, iyi amellerini öne çıkarıp vesile kılan, dua eden, yalvaran nebevî haberlere kadar her şey vardır.
İşte bundan dolayı, bu anlamda en büyük mürşid Resûlullâh’tır. İnsanlığın hidayetine vesile ve sebep olmuştur.
Kaldı ki Cenâb-ı Allah bile,
“ وابتغوا اليه الوسيلة / O’na gidecek vesileler arayınız.” (Mâide, 5/35)
Yine inananlara emrederek,
“كونوا مع الصادقـيـن / Sâdıklarla (doğrularla) beraber olunuz.” (Tevbe, 9/119) buyurmuştur.
Gerçi Taraf-ı İlâhî’den kendilerine ikram olunarak, nefsin mertebelerini geçenler olmuştur. Bu da ortadadır, inkâr olunamaz. Ama böyle nasibdârların adetlerinin az olduğu görülür.

Abdullah DEMİRCİOĞLU

MAKALE