Tasavvuf İslam’ın içinde şekillenmiştir. Onu her hayırlı olan düşüncede, insanlığın hayrına olan şeylerde görmek mümkündür. İnsanlar yaradılış, huy, düşünce, zeka ve benzeri durumlardan birbirlerinden farklı oldukları gibi, yetiştirilme ve terbiye itibariyle de birbirlerinden farklılıklar gösterirler. Bunun gibi tasavvuf mektebinde de kişiye göre tedavi şekli değişiklik arz eder.
Tasavvuf yolu insan nefsinin disiplin altına alındığı, kontrol edilip hizaya getirildiği yerdir. Her bölgenin kendine göre hayat tarzı, kültürü, örf ve adetleri vardır. Ayrı ayrı bölgelerde, ayrı ayrı yerlerde İslamiyet’i kabul etmiş insanların, tasavvufun ruh terbiyesi veren mekteplerinde yetiştirilmeleri, kökte, Kur’an ve Hadiste değişiklik olmadan disiplin altına alınmaları da farklılıklar arz eder. Tasavvuf ocağında sanata yönelik faaliyetler, sportif çalışmalar, tıp ve tedavi usullerinin hiçbir ferd ayırt edilmeksizin herkese ulaştırıldığını görürüz.
Tekkeler, dergahlar kapatılıp da faaliyetleri men edilince o zaman başıboş kalarak yetişen yeni nesillerde bozulmalar meydana geldi. Her şey kontrolden çıktı. İnsanlar azgınlaştı. Sorumsuz davranışlar, her gün acımasızca meydana gelen olaylar arttı. Hırsızlık, adam öldürmeler, geçimsizlikler, anarşik olaylar çoğaldıkça çoğaldı. İşte bütün bunlar ahlaken bozulmanın neticesidir. Tekkeler ve dergahlar her devirde ıslah edici olmuş, daha önceki yaşayışları bozuk olanların buralarda maddeten ve manen eğitilerek cemiyete çok hayırlı hizmetler yaptıkları, eski hayatlarını değiştirdikleri, yeniden doğmuş gibi hayata daha müspet baktıkları görülmüştür. Dergahlar 1325’lerde kapatıldıktan sonra yerlerine halk evleri konuldu. Ama bu hiçbir zaman, dergah, zaviye ve tekkelerin yerlerini tutmamıştır. Halktan kopuk, halkın inançlarına saygı göstermeyenler tabiidir ki ona faydalı olamazlar. Halk arasında tutulmadı ve istenilen hizmeti de veremedi. Tekkelerde yapılan sosyal faaliyetleri şöyle sıralamak mümkündür.
1. Musiki, yani tasavvuf musikisi gelişmiştir.
2. Çeşitli sportif faaliyetler, bir çok spor dalı çalışmaları. Bu spor çeşitlerinin çoğunu bilemiyorum. Çünkü zamanımıza ulaşanları az olmuştur. Bu faaliyetlerde manevi terbiyenin yanında bedeni terbiye ve eğitiminin de verildiğini görüyoruz. Bu sportif faaliyetler içerisinde, her türlü savaş aletleri olan silahı kullanma ve manada olduğu gibi zahirde de tam bir asker olarak yetiştirilme durumları olabilir. Güreş de sünnet olduğu için, güreşin peygamberimizin, yüzücülük, atıcılık ve biniciliğe teşvik edişi ve bunları öğrenmeyi tavsiye edişi de O’nun hayatını tatbik ederek yaşamaya uğraşan bu manevi erlerin arasında yapılması düşünülen spor faaliyetleri olsa gerektir. Ayrıca yarış için koşma da akla gelen bedeni etkinlikler arasında olması düşünülebilir. Tekke isimlerinin arasında güreşçiler tekkesi, okçular tekkesinin oluşu da bize bunu göstermektedir. Bu güreşler kıran kırana, inciterek, kırarak yapılmazdı. Zaten yağlı güreşlerimizde yağlanmanın sebebi bu idi. Kırıcı değil yumuşak olması idi. İslam’ın güzelliği böylece spordan tutun ticarete, beşeri münasebetlere kadar her şeyimize ince bir zevk halinde yansımıştır. Yalnız her sporunda bir rabıtası olurdu. Mesela güreşçilerin rabıtası Hz. Hamza’ya yapılırdı. Çünkü güreşçilerin piri olarak kabul edilirdi.
3. Ağaç dikme, meyve ağaçlarına bakma, bağ ve bahçe ile ilgilenme. Bunlarda tekkelerde olan yararlı faaliyetler arasındadır. Kıyametin kopar olduğunu görseniz elinizde bir fidan var ise onu dikiniz hadis-i şerifine göre hareket edilmesi kaçınılmazdır. Bu ister tekkenin bağ bahçesi olsun, isterse tarlalar olsun fark etmez.
4. İrşad faaliyetleri
5. Çevredeki ihtiyaç sahiplerine yardım
6. Hastaları, yaşlıları, kimsesizleri ziyaret, yetimleri ve dulları görüp gözetmek
7. İlmi faaliyetlere önderlik etmek. İlim yolcularına yardım etmek
8. Sanatla iştigal edenler. Demircilik, marangozluk.
Tekkelerde devam eden bağlıları müridler ve muhibler diye iki gruba ayırabiliriz. Müridler dergahın kabul edilmişleridir. Aslında isminden de anlaşılacağı gibi sevilenler demektir. Dergahlara intisap edenlerin hepsi aynı kabiliyette değildirler. Herkesin istidatı değişik şekillerdedir. İşte bu dergaha devam eden kişinin eğer o dergah onun kabiliyet ve istidatına uygun değilse onu orada zorla tutamazlar. İhvan arasında böylesine “mühib” sevilmiş denilir. Bu mühiblere sen bize yaramazsın denilerek de nezaketsizlik gösterilerek kovulmaz. O arada kendi kabiliyet ve istidadına uygun bir yer buluncaya kadar kalır ve herkes tarafından da ince kalbi incinmesin diye muhib olarak bilinir ve korunur. Dolayısıyla müridler devamlı, muhibler tekkede geçici dervişlerdir. Bu usul tamamen ilmi metotlara uygundur ki, bugün gelişmiş ülkelerde öğrencileri kabiliyetlerine göre yönlendirme ve okullara sevketme vardır. Osmanlılar Kur’an’dan aldıkları ilhamla ve her devirde en doğru ve olanı yapmışlar, ileriyi görmüşlerdir. Bu bakımdan sanata meraklılar genel olarak Mevlevi tarıkatında toplanmıştır. Birde mesela Yunus Emre, ilk defa tasavvufa intisabında gittiği Hacı Bektaş-ı Veli tarafından Tabduk Emre’ye gönderilmiş ve senin anahtarını Tabduk’a verdik demiştir. Tabduk’a gelen Yunus Emre’de O’nun tarafından bir sır iken açılmış, içindeki gizli esrarından bazılarını halka saçmış, o gün bu gün de O’nun ilahileri dilden dile, gönülden gönüle devam ede gelmiştir.
Tasavvufta birçok çalışma sahası vardır ki, insani hayretten hayrete düşürür. Tasavvuf her yönüyle bir terbiye müessesesidir. Her devirde olduğu gibi tarikatların çok yaygın olduğu bu devirlerde de çeşitli tedaviler uygulanır, bazen da bu tedaviler iyi netice vermezdi. Böyle durumlarda hastalar manevi tedavi yollarını ararlardı. Onlar için en güzel yerler bu mekanlardı ki oralarda incitip kırmadan tedavileri yapılır ve bu hastaların iyileşmelerine yardımcı olunurdu. Maneviyatları düzelen hastalarda maddenin, ilacın yapamadığı bir iyileştirme ile kısa zamanda sıhhatlerine kavuşuyorlardı. Bu psikolojik telkin idi.
Yine ecdadımızın çok güzel adetlerinden olan usulde fakir fukaranın rencide edilmeden, yedirilip içirilmesi, onlara para yardımının yapılmasıdır. Bunun için müesseselerde kapıların dışına konan oyulmuş taşlara para bırakılır, ihtiyaç sahipleri oradan alırlardı. Ne veren görülür, nede alan bilinirdi. Böylece huzurlu bir toplum meydana getirilmişti. Dergahlar sosyal yönden de çok güzel hizmetler vererek pek değerli simalar yetiştirmişler, asırlar boyu bu böyle devam ede gelmiştir. Bunlar sadece bir bölge ile sınırlı kalmamışlar, tam aksine bunu kıtalara varan uzantılarıyla tebliğ ve irşad etmişlerdir. İşte Osmanlı Devleti’ni ayakta tutan en önemli unsurda bu manevi kuvvet idi.
Abdullah DEMİRCİOĞLU