İhlâslı mü’minler derin derin düşünmeli, şahsi çıkarlar bir tarafa bırakılarak Kur’ân’ın ve sünnetin etrafına sed çekmeye çalışan bu azılı tahribatçıları tanımalı ve mevcut mü’minleri, bundan sonra gelecek yeni nesilleri kurtarmalıdır. Bahsettiğim bu tehlike vehhâbilik tehlikesidir. Suud-i Arabistan’ı bu tehlike istilâ etmiş, bir takım şuursuzlar tarafından, müslümanların îtikadları zedelenmektedir.. Bu vehhâbiler azılıdırlar, müslümanların arasına girerek çok sinsi hareket ederler. Kendilerini Selefçi olarak göstererek, zehirlerini saf dini bilgileri yetersiz olan kişilere akıtırlar. Yeri gelmişken başımızın tâcı sevgili peygamberimizin hadisini hatırlatmadan geçemeyeceğim. O buyurdu ki, “Cenâb-ı Allâh ilmi insanlar arasından, gerçek âlimlerin ölüp dünyalarını değiştirmesiyle çekip alır. Arkadan gelenler meselelerini halletmek için âlim arar fakat bulamazlar. Âlim kılığındaki cahillere fetvâ sorarlar. Soran ve sorulan ikisi de mahvolup giderler”.
Peygamberimiz’in (s.a.s.) birçok mûcizelerinden bir tanesi de budur. Asrımızdakilere uyarı niteliğindedir. İyi anlamak îcâb eder. Bu vehhâbiler, âhirzaman Nebisi, Cenâb-ı Allâh’ın medh-u senâsına mazhâr olmuş rahmet ve merhamet Peygamberine son derece saygısızdırlar. Bunlar üzerinde duracağım. Fakat bu makyajlarının meydana çıkmaması için etrafına toplayıp sapıttıkları kimselere bu iç yüzlerini kat’iyyen hissettirmezler. Ustaca zehirli narkozlarını zerk ederek, sujesini yavaş yavaş inkâr hastalığına düşürür, öteki âleme de öylece gönderirler. Bunlar bir iddia değildir, birer vâkıadır. Bu makalemi okuyan, bu yazım eline geçen herkes bu tehlikeyi anlamalıdır. Benim bu yazdıklarıma inanmıyorlarsa, vehhâbi zihniyetindeki câhillere değil, ihlâslı, gerçek din âlimlerine sorup öğrensinler. Sizden bir din kardeşiniz olarak isteğim, bu yazımı posta ile e-mail ile telefon ve diğer iletişim vasıtalarıyla mümkün olduğunca en az üç kişiye, o üç kişide üç veya daha fazla kişiye ulaştırmanız, bu bir tebliğdir, hayırlı bir hizmettir.
VEHHÂBİYİ TANIMA YOLLARI
Şekil ve kıyafetlerinden genel olarak belli oldukları gibi, esas tanınma yolları tahrib etmeye uğraştıkları hususlardan bilinir. Bunlardan bazılarını burada size hatırlatmada yarar vardır.
Zehirleri o kadar çoktur ki, hepsini saymak mümkün değildir. Bunlardan bir tanesi vardır ki onların ne olduğunu ortaya kor. Yalnız bu konuya temas etmeden önce, bunlara fikir babalığı yapan kişilerden bahsetmek, onların kim olduklarını tanıtmak ve tanımanın isâbetli olacağı kanaatindeyim.
İBN-U TEYMİYYE TAKIYYUDDİN, EL-HARRANÎ ED-DİMEŞKÎ
Şimdi sormak lâzım, bu zât kimdir? Bu zât Suud-i Arabistan’da ortaya çıkan İngilizlerin desteğiyle kuvvetlenen sonradan da Suud krallarının benimsediği bir nev’î devlet mezhebi hâline, güç kullanmakla dönüştürdüğü sapık vehhabî mezhebinin fikir babasıdır. 661 tarihinde, bugünkü Urfa şehrinde, Harran’da doğmuştur. Devrindeki savaşların getirdiği huzursuzluk sebebiyle, Dimeşk’e (Şam’a) gitmiş ve orada ölmüştür (728). Denildiğine göre mücessime mezhebindendir. İslâm âlimlerinin birçoklarının isâbetli, şerîate uygun fikir ve fetvâlarına karşı çıkmış, bundan dolayı da müslümanları zararlarından korumak için devrin siyasi otoriteleri tarafından hapsedilmiştir. Sonradan gelen, şeriata bağlı gerçek İslâm âlimleri onun fikirlerini incelemişler, hakkında araştırmalar yaparak sapık fikirlerini tespit etmişler ve onun korkunç zararlarından müslümanları korumaya çalışmışlardır. Onların tespitleri şöyledir.
1. El-Harrani, mücessime mezhebine mensubtur.
2. O cihete kâildir.
3. Arş-u âlânın kıdemine inanır.
4. Kabirlerin ziyaretine velev ki bu Peygamberin kabri olsa bile şiddetle karşıdır.
5. Talak hususunda, üç talağı asla kabul etmez.
Bu konular ilmî konular olduğundan anlaşılması için izâh edilmeye muhtaçtır, fakat biz burada, konuyu uzatıp çok fazla dağıtmamak ve anlaşılmasını zorlaştırmamak için, içlerinden can noktası olan sadece birini ele alacağız. Bununla da saf ve bilgisiz müslümanların nasıl aldatılıp mahvedildiğine işâret edeceğiz. Güzel Türkçemizde bir atasözü vardır; “Zehiri teneke kupa içinde sunmazlar.” Biraz açacak olursam, şöyle derim: Bir kişi zehirlenmek isteniyorsa, gösterişsiz, kirli paslı tenekeden mâmül (yapılmış) maşrabalar veya bardaklar içinde hedefteki şahsa içirmezler. Aksi takdirde hedef adam bundan şüphelenir, içmez, dolayısıyla plan bozulur. Peki ne yapmak lâzım? Altın kupalar içinde yaldızlı, süslü, müzeyyen içecek malzemesiyle hedefe sezdirmeden, hissettirmeden yaklaşılır ve hedef vurulmuş olur. Artık av avlanmıştır.
PEYGAMBERİN KABRİNİ ZİYÂRET MESELESİ
Bu vehhâbilerin en âdi, çirkin, İslâm’ı tahrip etmeye yönelik olan görüşlerindendir. Üzerinde şiddetle dururlar. Zaten İbn-i Teymiyye’nin bu görüşünün Suud’da nasıl hâkim olduğunu bilmeyen yoktur. Özellikle hacca gidenler bunu alenen görürler. Defalarca şâhid olmuşum, gerek Mekke-i Mükkerreme’de gerekse Medine-i Münevvere’de belirli vakitlerde, özellikle akşam ile yatsı namazı arasında, akşamın kılınmasından hemen sonra, Mescid-i Nebevî’nin orasında burasında, sakalları göğüslerinde, yöre kıyâfetleri içinde, hamdele salveleden sonra, hemen hepsinin konuları budur! “Peygamberin kabri olsa bile ziyâret etmeyin, bu bid’attır” diyorlar. Arapça bilenler bunu rahatlıkla anlarlar. Hatta bir defasında dönüşümüzde Cidde havaalanında cemaatle namaz edâ ettikten sonra, hatip hemen ayağa kalkmış doğrudan doğruya bu konuya girmişti. Arkadaşlarımızın yanında epeyce kalabalık olduğumuz için bunu dinlemeyip hemen ayağa kalkıp oradan uzaklaşmak için ayakkabılarımıza yöneldiğimizde konuşmacı bu protestoyu sezmiş olacak ki hemen konuşmasını kesmişti. Burada ben hâtıra anlatmak murâdında değilim. Müslümanlar bu hakîkati bilir de onları dinlemezlerse iş kökünden halledilmiş olacaktır. Vehhâbi zihniyetinin ürününün ne derece tahribkâr olduğunu anlamak için şu hâdiseyi de tarih düşmek istiyorum: Son bir kaç sene önce, Suud; Medîne-i Münevvere’de, Ravza-i Mutahhara ve çevresini genişletmek ve yenilemek istiyordu. Bu münâsebetle, Osmanlı’dan kalma bugünkü Ravza-i Mutahhara’yı yıkıp yerle bir etmek istiyordu. O şekilde plan yapılmıştı. Bunu duyan diğer müslüman ülkeler infiâle geldi, özellikle Türkiye’nin o zamanki en üst kademesindeki kişisi devreye sokuldu. Amerika devreye alınarak buna mâni olundu. Bunu o zamanki yazılı basın ve televizyonlar haberlerinde geçmişlerdir. Bütün bunları niçin söylüyorum? Herhangi bir şahsa, bir devlete düşmanlık için değil. Oynanan oyunların bilinmesini, müslümanların nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduklarının açığa çıkmasını istiyorum. Biz müslümanlar indinde Mekke ve Medine’nin apayrı bir yeri vardır ve Osmanlılar o topraklara güçleri nisbetinde hizmet ettiler. Cenâb-ı Allâh’da onlara yardım etti.
“Siz Allâh’ın (c.c.) dinine yardım ederseniz, Allâh (c.c.) da size yardım edecektir”. (Muhammed Sûresi, 7 Âyet)
Diğer taraftan o mukkaddes beldeler, bütün müslümanlarındır. Onlarında orada hakları vardır.
VEHHÂBİLİK NASIL DOĞMUŞTUR?
Görünen tehlikeyi müslümanlara duyurmak, zararlarından korumak için biraz acele ettim. Keşke bu hususta değerli âlimlerimiz zaman zaman aydınlatıcı yazılar yazsalardı. Hayır işlerde acele etmek îcâbeder kâidesince, pek fazla bir araştırma yapamadan, daha önceki bilgilerimden hatırımda kalanlardan yola çıktım. Bu yazdıklarım çok doğrudur. Çünkü zihnimdeki şablon derinlemesine olmasa bile sadre şifa verecek mâhiyettedir. Kimdir bu vehhâbiliğin kurucusu? O aslında uzun isminin sonu vehhâb olan bir zât. Bidâyette mütedeyyin, fakir, kendi hâlinde temiz bir müslüman iken İngilizlerin oyununa para ve makam kandırmacalarıyla gelen tâlihsiz bir kişi. Hidâyette iken dalâlete düşen bir zavallı. Ötede hesâbı Allâh’a (c.c.) kalmış, yukarıda anlattığım İbn-i Teymiyye’nin fikirleriyle beslendirilerek hedefine varamayan bir şaşkın. Bir gözü de Peygamber’in (s.a.s.) kabri başında cür’etkârlığı sebebiyle kahrolmuştur. Hâdise şöyle olmuştur: Anlatıldığına göre, sapık fikirlerle beslenen bu zât, bir gün Efendimiz’in kabrine gelmiş ve orada şu ağır sözleri sarfetmiş:
“Ey Muhammed, (s.a.s.) sen de bir insan, bende bir insanım. Aramızda ne fark var...”
Bundan sonra daha neler dediğini bilemiyoruz. Fakat bu cür’etkârâne sözlerini bitiremeden ansızın ve çok sür’atli bir şekilde, nohut büyüklüğünde bir taş, kurşun gibi Ravza-i Mutahhara’nın neresinden geldiği belli olmadan, şiddetli bir şekilde, ıslık çalarak, gözüne saplanmış ve gözü kör olmuştur.
Böylece kesin ve acı cevabı almıştır. Bunlar olur mu olmaz mı diye akla gelebilir. Peygamberlerin ve özellikle peygamberimizin kabirdeki durumunu anlatan haberler ve hadisler samimiyetle inanan insanlar için bir mucize, inanmayanların hem kalb gözlerini ve hem de kafa gözlerini kör edici bir olaydır. Vehhab’ın ve vehhâbilerin bu fikirleri kimden geliyordu? Bu şahsın yukarıda sayılan sapık fikirleri tamamen çürütülmüştür. Fakat böyle olmasına rağmen onun yolundan gidenler olmuştur. İşte onlar da bugünkü vehhâbilerdir. Mezar ziyâretlerine karşı çıkmıştır. Hatta peygamber’in (s.a.s.) kabrini de ziyâret etmeye şiddetle karşıdır. Bu ziyâretleri ma’siyet ve en büyük günâh olarak görürler. Hatta şöyle derler: “Bir kişi seferî sayılacak bir yoldan O’nun kabrini ziyârete gitse namazlarını kılarken farzları taksir edemez”. Yani dört rekat olan farzları iki rekat kılamaz. Çünkü o ziyâret batıl, günâh bir ziyârettir. O yolculuk da ma’siyetle dolu bir yolculuk olacağından, şer’an ma’siyete yolculuk, kişiyi seferî olmaktan çıkarır. Şimdi anlaşıldı mı? Yoksa anlaşılmadı mı? Ey bu yolun sapkınları kendinize geliniz, derhal tevbe ve istiğfâr ediniz. Îmâna avdet ediniz, mürted olmaktan kurtulunuz. Peki bunların dini bir dayanağı var mı? Hayır yoktur! Peki bizim dayanağımız var mıdır? Tabii ki onların yanlış yolda olduğunu, kendilerinin dedikleri gibi olmadığını isbât edecek âyetlerden ve hadislerden birçok delilimiz vardır. Bunlar, peygamberler ve peygamberlerin durumları ile ilgili âyet ve hadisler ile, mezar ziyâretlerini ifâde buyuran hadislerdir. Onlar hadisin zâfiyetini iddia etseler de, hacceden kişiler, Medine’de kendisini ziyâret etmedikleri takdirde, kendisine eziyet ettiklerini, kendisini ziyâret edenlerin şefâate nâil olacaklarını, ve hayatında imiş gibi karşılaşılacakları ifâde buyurulmuştur. Onun için, orada sekiz gün yani kırk vakit namaz edâ olunur. Ayrıca Mescid-i Nebevî’de namaz kılmanın fazîleti haber verilmiş ve buyurulmuştur ki, üç yer için yol hazırlığı yapılır. Bunlardan biri de Hara, benim şu mescidim buyurulmuştur. Diğer taraftan Mekke ile Medine’nin fazîletinin neler olduğu, hatta oraya kıyâmete yakın çıkacak olan Deccâl’ın bile giremiyecek olduğu bildirilmiştir. Medine’nin cürûfu ayırdeden demirci körüğü gibi olduğu, kıyâmette içinde barınan îmânsızları dışarı atarak temizleyeceği hususları haber verilmiştir. Şu Hadis-i Şerîf’i de dikkatlerinize arz etmek istiyorum. O buyuruyor ki, Kâbe’de bir rekat namaz, Mescid-i Nebevî’de bin rekat namaz kılmak gibidir. Mescid-i Nebevî’de bir rekat namaz Kudüs-ü Şerif’te bin rekat namaz kılmak gibi sevabdır. Niçin böyle? Bu mülkün sahibi Allâh (c.c.), o mekanlara bu özelliği bahşetmiş, kullarına kolaylıklar göstermiştir. Mezar ziyâretlerine genel olarak bakacak olursak, bidâyette, bu ziyâretler, maksadın dışında ziyâretler olduğu için nehyedilmiştir. “İbret almak ve âhireti hatırlamak için ziyâret ediniz” buyurulmuştur. İslam Ulemâsının ehl-i sünnet vel cemaât olanlarının hepsi kadın, erkek ayırımı yapmadan şerîatın koyduğu ölçüler dahilinde buna müsaade etmişlerdir.
Abdullah Demircioğlu