Tarikatların Doğuşu

Gelecek Önünüzde Keşfedilmeye Hazır
Tarikat kelimesi, Arapça bir kelimedir. Bunun çoğulu, “Turûk” veya “Tarâık” olarak kullanılmıştır. Yol, metot, usul, tarz, şekil, san, hayat hikâyesi, bir milletin şereflisi manasına geldiği gibi ayrıca vurmak manasına gelen fiilden türetilmiş bir kelimedir.

Bu anlamda tasavvufta kullanılır olmuştur. Bağlı olduğu ilim dalında ise; “sûfîyi Allah’a götüren yol” manasına gelmektedir. Yani menzilleri aşmak ve makamlara yükselmek suretiyle Allah’a gidenlerin hususi haline tarikat denir. Daha sonraları tarikat kelimesi yeni yeni manalar kazanarak şu özellikleri sinesinde toplamıştır:
            Ahireti kazanmak için dünyadan yüz çevirmek
            Ruhî kuvvetleri terbiye etmek
            Nefsanî ve tabiî arzuları yenmek
            Bâtılın her çeşidinden uzak olup kurtulmak
            Şeriatın ölçüleri içerisinde züht hayatı yaşamaktır.
Müsteşrik Massignon, sünnî olan tarikatlerin tarifini şöyle yapmaktadır: “Bilhassa sünnî muhitlerde tarikat, şeriata bağlı olup Allah’ı zikretmeye devam ederek O’na ulaşma yoludur. Bu suretle onlara göre şeriat bilmek, tarikat ise bilinen ile amel etmekten ibarettir.” (Massignon, İslâm Ansiklopedisi, Tarikat maddesi)
 
Buna göre tarikat kelimesi üçüncü ve dördüncü asırlarda bugünkü anlaşılan manasını ifade etmektedir. Hatta tasavvuf üzerine yazılmış Serrâc’ın el-Lüm‘a adlı eserinden tutun da Kuşeyri’nin Risâle adlı kitabına varıncaya kadar tarikat kelimesinden bahsedilmemektedir. Bu kelime daha sonraki devirlerde ve bu devirlerde yazılan kitaplarda yer almaktadır. Fakat şu da bir hakikattir ki; tekke, tarikat, hatm-i hâce veya zikir için gerekli teşkilatların gelişmiş bir şekilde olmasa bile tarikatın bu asırda mevcut olduğu ve faaliyetlerini yürüttüğü de inkâr olunamaz. (Fi’t- Tasavvufi’l-İslâm ve Tarihi)
Bu devirde tekke tarikatları “hankâh” veya “ribat” gibi isimlerle anılıyordu. İlk defa bu teşkilatı kuran da hicri 150 tarihinde vefat etmiş olan Ebû Haşim es-Sûfî’ dir. Bu hususta şöyle deniliyor:
Bu zatın künyesi Ebû Haşim es-Sûfî’dir. Aslen Kûfe şehrinden olup, Şam’da şeyh idi. Büyük bir âlim ve mezhep sahibi olan Süfyan-ı Sevri ile aşağı yukarı aynı devirde yaşamıştır. Bu büyük mezheb âlimi, ilim sahibi ve bir mezheb kurucusu olduğu halde bu şöhretine rağmen onun hakkında şöyle demiştir:
“Ebû Haşim sûfî olmasaydı ben gizli riyayı bilemezdim. Ben Ebû Haşim’i görmeden sûfî nedir bilmezdim. Ebû Haşim’den evvel büyükler var idi. Onlarda zühd, vera sahibi idiler. Tevekkülü bile terk etmişlerdi. Aşk yolunda çok güzel idiler. Fakat ilk defa sûfî lakabını ona taktılar. Ondan başkasına bu ismi vermemişlerdir.”
Nakledildiğine göre sûfîler için ilk hankâh (tekke) yine Şam’da yapılmıştır. Buna göre bir hiristiyan asilzadesi olan Emir Tersa, bir gün avlanmak için kırlara çıkar. Yolda gördüğü bir topluluktan iki kişi birbirleriyle buluşurlar, musafaha edip birbirleriyle kucaklaşırlar. Sonra oturup yanlarındaki yemeklerden yerler. Daha sonrada birbirlerine veda ederek ayrılırlar. Emir Tersa’ya bu güzel davranış çok tesir eder.
Daha sonra onlardan birisini çağırır ve aralarında şu konuşma geçer:
            — O karşılaştığın kişi kim idi?
            — Bilmiyorum.
            — Karşılaşmanızın sebebi ne idi?
            — Bilmiyorum, herhangi bir şey için değil.
            — O kimse hangi şehirdendir, bilir misin?
            — Bilmiyorum.
            — Birbirinizi bu kadar canu gönülden sevmenizin sebebi nedir?
            — Bu bizim tarikimizdir, cevabını aldı. Bunun üzerine emir şöyle dedi:
            — Peki, sizin bir mekânınız, bir yeriniz var mıdır? Orada toplanır mısınız?
            —Yoktur, diye cevap alınca, emir:
            — O halde ben sizin için bir yer tayin edeyim ki siz orada toplanasınız, dedi. Sonra da yakınlarına emredip “Remele”de bir hankâh (dergâh) yaptırdı.
Buna göre “Remele”de hicri II. asırda inşa edilen bu dergâh istenilen şekilde teşkilatlanmış olmayıp yine istenildiği şekilde tam hizmet verememişse de, sonraları daha mükemmel adım atmaya merdiven olmuştur. Denilebilir ki tekke, hicri III. ve IV. asırlarda bile gerçek hüviyetine kavuşamamıştır. Hatta bu devirlerde hankâh ve tekke kelimesine karşılık olarak kullanılan ribat, daha çok sınır boylarında sağlam kaleleri ve karakolları ifade etmekte idi.
Bu devirden itibaren hak olan sünnî tarikatlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu tarikatların kurucuları; “Ben bir tarikat kuruyorum, bana gelin ve tabi olun” diye ortaya çıkmamışlardır. Bilakis, onlar İslâmî zühd, verâ ve takva ölçüleri içerisinde yaşamışlar, onların bu güzel hallerine bakıp imrenen kimseler onların etrafında hâlelenmiş ve onlara öğrenci olmuşlardır. Böylece git gide bu halka çoğalarak, ona tarikat kurucusu gözüyle bakılmış ve o isimle anılmıştır. Tabii bu arada kitap ve sünnet çizgileri içerisinde hareket edilmiştir. Bundan dolayı da tasavvuf yolunun kaideleri ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Fakat hepsi de nurunu Hz. Kur’an’dan ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetinden almıştır.
Massignon, İslâm ansiklopedisinde tarikatların 40 tanesinin ismini ve bunların kurucularını ihtiva eden bir liste vermiştir. Fakat her ne olursa olsun tarikatlar bu 40 rakamı ile sınırlandırılamaz. Belki bundan daha çoktur demek icap eder.
 
Abdullah Demircioğlu

MAKALE